Toplantıların Gizli Spiritüel Amacı: Kolektif Sabır Deneyi

 


1. Giriş: Zamanı Öldürmenin En Kurumsal Yolu

Toplantılar, modern çağın meditasyonu olabilir mi? Herkesin aynı odada bulunup hiçbir yere varmadığı bu ritüelin kökenleri...

2. Ajanda: Evrenin Kaotik Planı

Toplantıların evrenle ortak noktası: Kaos içinde anlam arayışı. Ajandalar hazırlanır, sonra evren gibi kendi kurallarını bozarlar.

3. Katılımcılar: Karma’nın Kurumsal Temsilcileri

Bir odada toplanmış sekiz insan, sekiz farklı reenkarnasyon: Not alanlar, konuşanlar, aynı cümleyi üçüncü kez kuranlar ve “bu konuyu sonra konuşalım” diyenler.

4. PowerPoint: Modern Çağın Kutsal Metni

Slaytlar okunmaz, aktarılır. Hiç kimse gerçekten dinlemez ama herkes “bir şey öğrendiğini” hisseder. Tıpkı dini ayinlerdeki gibi: metin önemli değil, ritüel kutsaldır.

5. Dakikalar Yerine Bilinç Akışı: Süre Uzadıkça Ruh Arınır mı?

Toplantı süresi uzadıkça, sabır seviyesi ölçülür. Saat 17:00’ye yaklaşırken içsel aydınlanma başlar: “Bir daha bu konuyu açmayalım” cümlesiyle.

6. Sessizlik: En Etkili (ve En Tehlikeli) Katılımcı

Bir anda herkes susar. İşte o an, kolektif bilinç kendini gösterir: kimse konuyu anlamamıştır ama herkes onaylar.

7. Ego Enerjisi: Negatif Yüklü Bir Frekans

Bazı toplantılarda enerji hissedersin... Ama o enerji genelde birinin “ben zaten söylemiştim” cümlesinden yayılır.

8. Toplantı Sonrası Aydınlanma: “Ne Konuştuk Biz?”

Çıkışta herkes aynı soruyu sorar. Ama cevap aranmaz, çünkü aramak da yeni bir toplantı gerektirir.

9. Sonuç: Sabır, Yeni KPI’mız Olabilir

Toplantıların amacı verimlilik değilse, belki de sabırdır. Ve bunu başarabilen ekipler, artık sadece iş değil, hayatı da yönetebilir.


1. Giriş: Zamanı Öldürmenin En Kurumsal Yolu

Sevgili dostum, hiç kendini bir toplantı odasında, saat 10:00’da, elinde kahveyle “yine mi buradayız” derken buldun mu? Biliyorum, buldun. Hepimiz bulduk. Hepimiz aynı spiritüel yolculuğun farklı versiyonlarını yaşıyoruz: Toplantılar, modern çağın kurumsal meditasyonu.

Ama yanlış anlama; ben toplantılara karşı değilim. Ben sadece bir mühendis olarak olan bitenin mantığını çözmeye çalıştım… ve yıllar sonra fark ettim ki, ortada mantık yok, ritüel var.

Toplantı dediğin şey aslında modern dünyanın en sofistike zaman israfı yöntemi. Ama öyle basit bir israf değil bu — planlı, katılımcı, protokollü bir zaman katliamı. Dakikası dakikasına başlar, genelde “hızlıca toparlayalım” cümlesiyle uzar, ve sonunda kimse ne konuştuğunu hatırlamaz ama herkes “verimliydi” der.

Ben bir çok ülkede, bir çok şehirde ve sayısını artık hatırlayamadığım kadar çok şirkette toplantılara katıldım. Aynı Excel, aynı sunum, aynı insanlar... Ve her defasında aynı heyecanla “bugün farklı olacak” dedik. Olmadı. Çünkü toplantı bir karar mekanizması değil, bir terapi seansı.

Ama terapist yok — herkes birbirinin travmasını dinliyor.

Bir de “kameralar açık kalsın” kuşağı var, bilirsiniz. Onlar için bu, bir tür farkındalık pratiği. Kafasında başka sekmeler açık ama göz teması kuruyor; çünkü kültür onu istiyor. “Ben buradayım” demenin modern hali bu: mikrofonu sessizde tutmak ve arada bir başını sallamak. O baş sallama hareketi artık bir kurumsal mudra oldu.

Kahveler kutsal, PowerPoint’ler ilahi metin. Sunumda yazan her şey önceden bilinmektedir ama yine de okunur, çünkü bu bir tören. Kimi için cuma namazı, kimi için yoga seansı neyse, kurumsal dünyada toplantı odası da odur: ruhun test alanı.

Ve o ruh, genelde 45. dakikada teslim olur. Bir noktadan sonra artık not almak yerine içsel bir diyaloğa girersin: “Ben buradayım, ama neden?” İşte o an sabır kası devreye girer. Zihin, patronun o meşhur cümlesiyle titrer:

“Arkadaşlar, bu konuyu bir daha konuşmayalım.”

Evet... İki gün sonra yine konuşacağız. Ama bunu bilmek bile artık huzur veriyor, çünkü değişen tek şey tarih, konuşulan hep aynı şey.

Bazen düşünüyorum; belki toplantılar hiç bitmemeli. Çünkü bitince hep bir boşluk hissi oluyor. Hani dizinin finalini izledikten sonra gelen o garip his var ya — “şimdi ne yapacağız?” İşte tam o. Toplantı bittiğinde hepimiz biraz eksiliyoruz; çünkü o odada zaman ölüyor ama biz hala hayattayız.

Sevgili dostlarım, toplantılar belki işe yaramıyor ama bizi birleştiriyor. Hepimizi aynı anlamsız cümlenin etrafında topluyor:

“Bunu yazılı hale getirelim.”

Ben de diyorum ki, o cümlenin altına küçük bir not düşelim: “Bu bizim modern çağa ait sessiz duamızdır.”


2. Ajanda: Evrenin Kaotik Planı

Sevgili dostum, toplantı ajandası dediğin şey, modern çağın kader planıdır. Kağıtta mükemmeldir, ekranda düzenlidir, ama ilk beş dakikada evrenin doğal yasalarına uyarak kaosa dönüşür.

Toplantıların evrenle ortak noktası budur işte: İkisi de anlamlı başlar, sonra kimse neyin neden olduğunu bilmeden kendi kendini sürdürür. Ajandayı hazırlayan kişi genelde iyi niyetlidir. Bir mühendis gibi madde madde yazar:

  1. Gündem maddeleri,

  2. Sorumlular,

  3. Süre. Ama sonra biri “önce küçük bir şey ekleyeyim” der… ve işte o an, Big Bang başlar...

O küçük konu, genelde herkesin içinde patlayan büyük sessiz öfkenin kapısını aralar. Dakikalar içinde konu, bütçeden pazarlamaya, oradan işe alıma ve son olarak “şirket kültürüne” evrilir. Bir bakmışsın, kimse ajandayı hatırlamıyor, ama herkesin söyleyecek bir anısı çıkmış.

Ben ajandalara hep mühendis gibi baktım. Bir plan varsa, ölçülür; bir ölçüm varsa, sapma hesaplanır. Ama dostlarım, toplantı evreninde sapma diye bir şey yoktur, tamamlanmamış karma vardır. Ajanda orada sadece bir rehber değil, bir umut sembolüdür. Birileri o ajandaya “odaklanalım” dedikçe, başkaları da “evet ama...” diye başlayıp konuyu Mars’a taşır.

Ajanda aslında evrenin bize küçük bir mesajıdır:

“Plan yap, ama ben yine bildiğimi yapacağım.”

Bu yüzden hiçbir toplantı planlandığı gibi gitmez. Çünkü herkes aynı evrende değildir. Patron başka bir boyuttadır, IT ayrı bir galakside, ve insan kaynakları zaten paralel evrende yaşar. Birileri dakikalara tutunurken, diğerleri PowerPoint yıldız tozlarında kaybolur.

Bir de “ajandaya sadık kalalım” diyen tür vardır. O cümleyle evrene meydan okunur ama sonuç hep aynıdır: Üçüncü maddeye gelmeden biri “çok kısa bir şey eklemek istiyorum” der… ve o “çok kısa şey”, zamanın kırıldığı andır.

Sevgili dostlarım, ajanda sadece konuları sıralamaz, insanları da sınar. Kim konudan sapar, kim mikrofonu bırakmaz, kim “aslında şöyle düşünmek lazım” diye her şeyi yeniden tanımlar… İşte orada organizasyonun DNA’sı görünür.

Bence ajanda, kurumsal dünyanın kader haritasıdır. Ama unutmayın: Evrenin de haritası var — adına “gök kubbe” diyorlar — ama kimse ona okuyarak ulaşamıyor.

Toplantılar da öyle… Ajanda orada, gökyüzü gibi. Bakan çok, anlayan az.


3. Katılımcılar: Karma’nın Kurumsal Temsilcileri

Her toplantı bir evrendir ve o evrende sekiz kişi varsa, sekiz farklı ruh hali, sekiz farklı reenkarnasyon yaşanır. Kimi not alır, kimi sadece not alıyormuş gibi yapar. Kimi konuşur, kimi konuşan kişiyi dinliyormuş gibi yapar. Ve bir de o efsanevi tür vardır: “Bu konuyu sonra konuşalım” diyerek zamanı büken bilge.

Ben artık toplantılara insan olarak değil, antropolog olarak katılıyorum. Sanki kurumsal kabilelerin davranış ritüellerini inceliyorum. İşte o yüzden, her toplantıda aynı karakterlerin reenkarnasyonuna denk geliyorum:

Birincisi, Not Alan Ama Hiç Okumayan. Bu kişi, elinde kurumsal kutsal defteriyle gelir. Her söyleneni yazar, başını sallar, ciddi görünür. Ama o notlar hiçbir zaman okunmaz — çünkü yazmak dinlemekten daha güvenlidir. Bu kişiler için not almak bir görünürlük ibadetidir.

İkincisi, Konuşan Ama Hiçbir Şey Söylemeyen. Bu tür, her şirkette yaşar. Söyledikleri bol ama anlam oranı düşüktür. Genelde “stratejik olarak bakmak lazım” gibi cümlelerle başlarlar, ama o stratejik bakışın nereye baktığını kimse bilmez. Bu kişiler genellikle toplantının sonunda “benim de bir eklemem olacak” diyerek yeni bir toplantının tohumunu atarlar.

Üçüncü tür, Tekrarcı Ruhlar. Aynı cümleyi üç kez kurarak karmasını tamamlamaya çalışanlardır. Bir şeyi söylemeden rahat edemezler — zaten kimse onları dinlemediği için kendilerini tekrar etmek zorunda hissederler. Bu yüzden aynı fikir, üç farklı tonlama ve iki farklı PowerPoint sayfasıyla yeniden doğar.

Sonra gelir Zaman Yöneticisi. Her toplantıda “arkadaşlar, vaktimiz azalıyor” diyen kişidir bu. Bu cümleyle aslında hiçbir şey değişmez ama içsel huzuru artar. Çünkü kontrol hissi verir — kaos içinde mantığın kırıntısı gibidir.

Bir de Enerji Vampirleri vardır. Toplantıya girerler, oturdukları anda odanın sıcaklığı düşer. Konuşmaları genelde “şimdi yanlış anlamayın ama…” diye başlar, ve herkesin enerjisini mililitre mililitre emerler. Bu kişiler olmasa toplantılar yarı sürede biterdi ama kimse bu riski alamaz.

Tabii Sessiz Bilgeler de var. Genelde arka sırada otururlar, konuşmazlar, sadece gözlemlerler. Toplantı bitince herkes dışarı çıkarken biri sorar: “Sen ne düşünüyorsun?” Ve o bir cümleyle konunun özünü öyle bir özetler ki, herkesin içinden “keşke o konuşsaydı” geçer. Ama o konuşmaz, çünkü bilir: Konuşmak bazen gelecek toplantının cezasıdır.

Ve son olarak, Moderatör. Toplantının görünmez tanrısı. Evrenin dengesini korumaya çalışır ama her defasında kaos kazanır. Ajandaya sadık kalmaya yemin etmiştir ama en çok o sapar. Çünkü bilir: Toplantıda kontrol etmek, evrenin hava durumunu değiştirmeye benzer — niyet iyi, sonuç belirsiz.

Sevgili dostum, toplantı dediğin şey aslında bir karma laboratuvarıdır. Kim konuşursa bir başka hayatında dinlemek zorunda kalır. Kim zamanı çalarsa, sonraki projede “deadline” tarafından cezalandırılır. Ve kim “bu konuyu sonra konuşalım” derse… o kişi zaten sonsuz döngüye girmiştir.


4. PowerPoint: Modern Çağın Kutsal Metni

PowerPoint sunumları, kurumsal dünyanın Kutsal Kitapları gibidir. Metinleri okunmaz, sadece aktarılır. Kimse gerçekten dinlemez ama herkes “bir şey öğrendiğini” hisseder. Tıpkı bir ayinde olduğu gibi: metin önemli değildir, ritüel kutsaldır.

Sunum başlar başlamaz bir tür sessizlik iner odaya. Ekrana yansıyan her mavi arka plan, bir tür tinsel alan yaratır. Sunumu yapan kişi, genellikle bir vaiz gibidir — elinde “clicker” denilen kutsal asa, önündeki topluluğa “işte bu slaytta göreceğiniz üzere” diye seslenir. Kimse o slaytta bir şey göremez ama herkes başını sallar. Çünkü baş sallamak, kurumsal dünyada “iman ettim” demektir.

PowerPoint’in büyüsü şuradadır: Her şey oradadır, ama hiçbir şey orada değildir. Bir tablo vardır ama rakamların kaynağı yoktur, bir strateji vardır ama kimse uygulamamıştır, bir grafik vardır ama yönü terstir. Yine de kimse sorgulamaz, çünkü sorgulamak “toplantının enerjisini bozmak” sayılır.

Bir mühendis olarak yıllarca düşündüm: Neden herkes aynı veriyi 17 farklı sunumla anlatır? Sonra fark ettim ki, PowerPoint sadece bir araç değil, bir maskedir. Ne kadar süslü olursa, o kadar eksik bir fikri gizler. İçerik ne kadar zayıfsa, geçiş animasyonları o kadar güçlüdür.

Sunumun ortasında mutlaka biri “şunu biraz büyütebilir miyiz?” der. Hayır, büyütülmez. Çünkü o tabloyu kimse aslında görmek istemez — görünürlük korkutucudur, belirsizlik daha konforludur. Yine de o an herkesin yüzünde aynı ifade olur: “Evet evet, bu gerçekten önemli.”

Ve en mistik an… Son slaytta “Teşekkürler” yazısı belirir. Ama kimse teşekkür etmez. Çünkü herkesin aklında tek bir dua vardır:

“Bir daha böyle bir sunum olmasın.”

Sevgili dostum, PowerPoint bir iletişim aracı değil, bir kurumsal illüzyondur. Görsel olarak ikna eder, duygusal olarak uyuşturur, ve sonunda hepimizi “verimliymiş gibi hissettiren” bir huzura kavuşturur. Tıpkı meditasyonda mantrayı tekrarlamak gibi, biz de her toplantıda aynı kelimeleri mırıldanırız:

“Stratejik uyum, sinerji, sürdürülebilirlik...”

İşte o an anlarsın — artık sen de bu dinin bir parçasısın.


5. Dakikalar Yerine Bilinç Akışı: Süre Uzadıkça Ruh Arınır mı?

Sevgili dostum, Toplantıların bir zamanı yoktur, sadece başlangıç saati vardır. Bitiş saati, genellikle evrenin keyfine kalmıştır. Ajandada 45 dakika yazar ama bu, sadece bir öneridir. Gerçekte o toplantı, bir ruhsal yolculuktur: Dakikalar ilerledikçe sabır seviyesi ölçülür, ve saat 17:00’ye yaklaşırken içsel aydınlanma başlar — o meşhur cümleyle:

“Bir daha bu konuyu açmayalım.”

Ama herkes bilir ki yine ve yeniden defalarca açılacaktır. Çünkü her kapanış, kurumsal döngüde bir yeniden doğuştur. Bu yüzden ben toplantılara artık zaman yönetimiyle değil, bilinç akışıyla katılıyorum. Süre uzadıkça beden toplantı odasında kalır, ama zihin yavaş yavaş farklı boyutlara geçer: ilk 15 dakikada dinlersin, 30. dakikada sorgularsın, 45. dakikada “buradan çıkınca ne yesem?” diye düşünürsün.

İşte orada, aydınlanma başlar. Çünkü hiçbir şeyin çözülemeyeceğini fark etmek, insanı garip bir huzura kavuşturur. Zaten çözülmesi gereken bir şey yoktur, çünkü çözüm, bir sonraki toplantının konusudur.

Toplantı uzadıkça insanın iç sesi değişir. İlk başta “katkı sunayım” diye düşünürsün. Sonra “katkı sunmasam da olur.” En sonunda “umarım kimse bana söz vermez” aşamasına gelirsin. İşte o noktada ruhsal olarak teslim olmuşsundur. Kimi buna tükenmişlik sendromu der, ben “kurumsal Nirvana” diyorum.

Dakika 60’a geldiğinde hava değişir. Kimse bir şey yazmaz, not defterleri kapanır. Birileri hala konuşuyordur ama kimse dinlemiyordur. Zaman yavaşlar, dışarıdaki ışık değişir, ve hepimiz bir tür kolektif transa geçeriz. Artık ne söylendiği önemli değildir, önemli olan “bir şeylerin söylendiği” hissidir.

Bir noktadan sonra “toplantı” değil, “insan dayanıklılığı çalışması” yürütülmektedir. Yani artık iş değil, karakter testi yapılıyordur. Ve işte orada o cümle gelir — her şeyi bitiren, her şeyi başlatan cümle:

“Arkadaşlar, süremiz doldu ama çok verimli bir toplantı oldu.”

Bu cümle, kurumsal dünyanın Om’udur. Söylendiğinde herkes bir nebze rahatlar, çünkü bitmiştir. Ama hepimiz biliriz ki, verimlilik sadece bir inanç sistemidir — ölçülmez, hissedilir.

Sevgili dostlarım, bence artık “toplantı süresi” yerine yeni bir ölçü birimi getirelim: sabır dakikası. Bir toplantının değeri, konuşulan fikirlerle değil, kaç sabır dakikası harcandığıyla ölçülmeli. Ve 17:00’ye doğru içimizden hep birlikte şu dua yükselmeli:

“Bir daha bu konuyu açmayalım.”

Ama elbette, açacağız. Çünkü insan unutur, ajanda hatırlatır.


6. Sessizlik: En Etkili (ve En Tehlikeli) Katılımcı

Sevgili dostlarım, Toplantılarda bir an vardır — öyle büyülü, öyle kırılgan bir an ki, sanki evren bile nefesini tutar. Herkes susar. Kimse konuşmaz. Ekranda bir Excel tablosu donar, kahveler soğur, ve işte o an, kolektif bilinç kendini gösterir: Kimse konuyu anlamamıştır ama herkes onaylar.

Bu sessizlik, kurumsal evrimde özel bir yere sahiptir. İlk zamanlarda insanlar ateşin etrafında susardı; şimdi PowerPoint’in etrafında susuyoruz. Ama amaç aynı: korkuyu gizlemek. İnsanlar artık avcı değil, “cevaplanması istenen sorudan” kaçan canlılar.

O sessizlik sandığın gibi huzurlu değildir. O, pasif direniştir. O, “şu an kimse anlamadı, ama kimse de anlamadığını belli etmeyecek” anlaşmasının sessizce yürürlüğe girdiği andır. Kimse “bir dakika, anlamadım” demez. Çünkü anlamamak samimiyettir — ama samimiyet, profesyonellikten sayılmaz.

Ve sonra olur olan… Patron ya da moderatör, gözlerini kaldırır ve o soruyu sorar:

“Anlaşıldı mı?” İşte o, sessizliğin patlama noktasıdır. Çünkü herkes aynı anda başını sallar. Neden? Çünkü o an “hayır” demek, yeni bir toplantı demektir. Oysa herkes, fiziksel olarak çoktan bir sonraki kahve molasında yaşamaktadır.

Ben yıllarca o anı gözlemledim. Bazen tek bir kişinin “bir dakika, aslında ben anlamadım” dediğini duydum. Ve dostum, o kişiye ne olduğunu biliyor musun? Bir daha toplantıya çağrılmadı. Çünkü kurumsal kültürde sessizliğin bir dengesi vardır: Bozarsan, sistem seni dışarı atar. Tıpkı virüsle savaşan bağışıklık sistemi gibi.

O yüzden sessizlik aslında kurumsal denge unsurudur. Toplantılar konuşarak değil, susarak yürür. İletişim kurulmaz ama sürdürülür. Kimse anlamaz ama ilerleme kaydedilir. Yani toplantılar, evrenin ikinci yasasına benzer: Enerji yok olmaz, sadece rapora dönüşür.

Sessizlik en etkili katılımcıdır, çünkü kimse onunla tartışamaz. Ve en tehlikelisidir, çünkü o sessizlik, hiçbir şeyin değişmeyeceği gerçeğini herkese hatırlatır.

O yüzden toplantılarda biri konuşmadığında, onun boşluğunu doldurmaya çalışmayın. Belki de o kişi çoktan anlamıştır — sadece duyulmakla yetinmeyenlerin sessizliğine geçmiştir.


7. Ego Enerjisi: Negatif Yüklü Bir Frekans

Bazı toplantılara girersin ve daha kimse konuşmadan anlarsın: hava ağır. Orada bir enerji vardır ama pozitif değildir — titreşimi düşüktür, tonu “ben zaten söylemiştim” civarındadır. İşte o, kurumsal dünyanın en tehlikeli frekansıdır: ego enerjisi.

Ego, toplantıların karbondioksiti gibidir. Görülmez ama fazlası herkesi bayıltır. Bir kişi “ben zaten söylemiştim” dediğinde, odadaki oksijen anında çekilir. Diğerleri nefes alamaz hale gelir ama profesyonellik gereği “çok haklısınız” diyerek oksijen maskesini takar.

Bir mühendis olarak şunu fark ettim dostlarım: Toplantı odasında enerji korunumu yasası değil, ego dönüşüm yasası işler. Birinin morali yükselirken bir başkasının sesi kısılır. Birinin övgüyle beslendiği anda, diğerinin iç sesi yavaşça ölür. Yani toplantılar aslında bir enerji paylaşım platformudur — ama kimse paylaşmak istemez.

Bir de “fikrim çalındı” frekansı vardır. Bu titreşim, evrende en net yankılanan sesten bile daha güçlüdür. Sen fikri söyler, kimse duymuyormuş gibi yapar; beş dakika sonra patron aynı fikri tekrarlar ve herkes alkışlar. İşte o an, ruhun bedenden ayrılır ama kimse fark etmez. Çünkü alkış sesi her şeyi bastırır.

Ego, genelde bilgi kılığında gelir. “Ben orada değildim ama süreci biliyorum” cümlesiyle sahneye çıkar. Kendini belli etmez ama yaydığı frekans net hissedilir: Söylenmemiş bir “ben olmasam bu şirket batardı” enerjisi. Bu insanlar toplantılarda konudan değil, kendilerinden beslenir.

Ama dostum, egoyu yönetmek mümkün değildir; sadece dengelemek mümkündür. Çünkü her toplantıda bir “ben söylemiştim” vardır, ve karşısında sessiz bir “ama dinlememiştiniz” oturur. Bu denge, kurumsal kainatın karanlık maddesidir. Ne görünür, ne ölçülür ama her şeyi birbirine bağlar.

Ve ilginçtir, bu negatif frekans bazen odayı canlandırır. Ego çatışmaları, sunumlardan daha dürüsttür. Çünkü insanlar en gerçek hâllerine öfkelerinde dönerler. O an enerji yükselir, herkes kendini “aktif katılımcı” sanır. Ama aslında yapılan şey, kolektif sinir boşalmasıdır.

Sevgili dostlarım, toplantılardaki ego enerjisini ölçebilecek bir cihaz yapılsa, grafikte şöyle yazar:

“Yüksek voltaj – düşük farkındalık.”

Ama belki de bu enerjiyi tamamen yok etmeye çalışmamalıyız. Sonuçta hepimiz bir parça o enerjiden varız. Sadece farkında olalım yeter. Çünkü bazen bir toplantının tek ilerleyen şeyi, birilerinin egosudur — ve o da sonuçta bir çeşit hareket enerjisidir.


8. Toplantı Sonrası Aydınlanma: “Ne Konuştuk Biz?”

Toplantı bittiğinde odada bir sessizlik olur. Ama bu huzurun değil, bilinç bulanıklığının sessizliğidir. Herkes aynı anda koltuğundan kalkar, ekrana son kez bakar, ve içinden aynı soruyu geçirir:

“Ne konuştuk biz?”

Bu sorunun asıl güzelliği, cevabının kimseyi ilgilendirmemesidir. Çünkü cevap aramak da yeni bir toplantı gerektirir — ve kimse o kadar güçlü değildir.

Koridora çıktığında insanlar birbirine tuhaf bir nezaketle bakar. Sanki biraz önce bir felaket atlatılmış da kimse açıkça konuşmak istemiyordur. Birileri “güzeldi ya” der, diğeri “verimli oldu” diye ekler. Ama yüz ifadeleri başka bir şey söyler: “Ne yaşadık lan biz?.”

Toplantı sonrası an, tıpkı bir depremin hemen sonrasına benzer. Herkes hala ayakta olduğuna sevinir, ama kimse binanın sağlam olduğundan emin değildir. O yüzden konuyu kapatmak için hızlıca bir “not düşelim” evresine geçilir. Ve bu notlar, ileride yapılacak yeni bir toplantının fosili olur.

Ben o anları çok severim. Sistemin duygusal döngüsünü gözlemlerim. Önce boş bakışlar, sonra yarı ironik tebessümler, ve ardından gelen klasik cümle:

“Aslında fena değildi.” Evet, çünkü kimse kimseyi dinlememiştir. Dinlenmeyen bir toplantı, kötü olamaz — sadece bitmiştir.

Bazıları toplantı sonrası hemen başka bir çağrıya geçer, bazıları kahve alır, bazıları “şunu yazılı hale getirelim” diyerek varoluşsal bir kapanış yapar. Ama hiçbirinin aklına şu gelmez: Belki de toplantı, konuşmak için değil, susmanın nedenini anlamak için yapılmıştır.

Sevgili dostlarım, toplantı sonrası aydınlanma, sessizlikle başlar. Çünkü gerçek farkındalık o an gelir: Herkes kendi fikrine zaten inanıyordur, ve kimse diğerinin fikrini duymamıştır.

Belki de modern kurumların en büyük başarısı, insanlara her gün saatlerce konuşma fırsatı verip, hiçbir şeyin değişmemesini sağlayabilmeleridir.

O yüzden ben artık her toplantı sonrası kısa bir meditasyon yapıyorum. Derin bir nefes alıp içimden diyorum ki:

“Tamam Deniz, evren biraz daha genişledi ama sen hala merkezdesin:)”

Ve dostum, o anda gerçekten huzur geliyor. Çünkü biliyorum ki — bir sonraki toplantıya kadar hiçbir şey olmayacak.


9. Sonuç: Sabır, Yeni KPI’mız Olabilir

Bunca yıldır toplantılara girip çıktım, notlar aldım, sistemler kurdum, ajandalar hazırladım… ama sonunda anladım ki, toplantıların amacı verimlilik değilmişsabırmış.

Evet, kulağa ironik geliyor ama düşün: Bir araya geliyorsun, kimse tam olarak ne konuştuğunu hatırlamıyor, ama herkes bir şekilde dayanıyor. İşte orada bir beceri doğuyor — adını koymadığımız, ölçmediğimiz, ama her gün test edildiğimiz o gizli kas: sabır.

Toplantı, dostlarım, modern dünyanın sabır laboratuvarıdır. Bir yanda bitmeyen cümleler, diğer yanda kapanmayan sunumlar. Kimin egosu ne kadar güçlü, kim “anlaşıldı mı?” sorusuna bakışla cevap verebiliyor, kim kahvesiz de hayatta kalabiliyor… Bunların hepsi ölçülüyor aslında, ama KPI raporuna girmiyor.

Belki de yeni dönemin en önemli kurumsal yetkinliği bu olmalı: “Zamanı öldürmeden bekleyebilme sanatı.” Çünkü sabır, yalnızca dinlemek değil — dayanmak, gülümsemek ve içinden ‘bir daha bu konuyu açmayalım’ diyebilmek. Bu seviyeye ulaşan ekip, sadece iş değil, hayatı da yönetmeyi öğrenmiştir.

Ben bu yazıyı yazarken bir toplantıyı hatırladım. 15:00 da bitmesi planlanan (!) bir toplantıydı ve Saat 16:58’di. Herkes bitse de gitsek modundaydı. Patron, son cümleyi kurdu:

“Arkadaşlar, çok verimli bir toplantı oldu.” Ve ben o an fark ettim… Evet, verimliydi — çünkü sabrımızı test ettik, dayanıklılığımızı artırdık ve bir şekilde odayı terk ederken hala birbirimize gülümseyebildik. İşte o, kurumsal aydınlanmadır.

Sevgili dostlarım, bu satırları buraya kadar okuduysan, seni tebrik ediyorum. Çünkü farkında olmadan sen de bu kolektif sabır deneyinin bir parçası oldun. Yazının da bir toplantı gibi olduğunu fark ettin belki: başladı, uzadı, dallandı, ama sonunda bir yere vardı — ya da en azından vardık hissi verdi, ki kurumsal dünyada zaten bu yeterlidir.

Bu yazıyı neden yazdım biliyor musun? Çünkü yıllardır teknoloji, dönüşüm, sistem, verimlilik konuşuyoruz… ama o toplantı odalarında asıl dönüşen şeyin insan olduğunu kimse fark etmiyor. Belki sistemler akıllanıyor ama insanlar hala aynı yerde dönüyor. Ben sadece o döngüye küçük bir ayna tuttum.

O aynada kendini gördüysen, gülümse. Çünkü hepimiz aynı oyunun içindeyiz — ve oyunun adı hala:

“Bir daha bu konuyu konuşmayalım.”

Teşekkür ederim dostum, zamanını verdin, sabrını harcadın, ve bu satırları sonuna kadar okudun. Demek ki hala umut var. Kurumsal aydınlanma dediğimiz şey de zaten tam olarak bu: Bir toplantıdan çıkıp, hâlâ insan kalabilmek.


Yorumlar

En çok okunanlar

Cloud Computing Reference Architecture: An Overview

Cloud Architecture

Teknolojik Altyapıdan Ne Anlıyoruz?

Run SAP İş Ortağı Programı, En İyi Çözüm Operasyonunu Nasıl Sağlar?

CLOUD COMPUTING – An Overview

KÖRLER ÜLKESİNE KRAL OLMAK

BİG DATA MANAGEMENT

Artırılmış Gerçeklik nedir ve hangi alanlarda kullanılıyor?

Blockchain, sözleşmelerin dijital koda yerleştirildiği ve şeffaf paylaşılan veri tabanlarına depolandığı, silinmesi, değiştirilmesi ve düzeltilmesinden korunan bir dünyayı hayal edebiliriz.

Bilgi Sisteminin Yazılım Yetenek Olgunluk Modeli ile İlişkisi